Kariyeri boyunca çok sayıda ünlü edebiyatçı ve sanatçının eserlerini yorumlayan Doğan Hızlan, “Başarılı insan alçak gönüllüdür. Hiçbir şey yapmayan, yapanı zalimane bir şekilde eleştirir.” dedi.
Kültür, sanat, bilim, spor, siyaset ve iş dünyasının duayen isimlerini “Türkiye’nin Çınarları” projesi kapsamında fotoğraflayan Anadolu Ajansı, ünlü yazar ve sanat eleştirmeni Hızlan ile, Bakırköy’de kendi adını taşıyan halk kütüphanesinde bir araya geldi.
Hızlan, yazarlığa başlama yolculuğunu, döneminin ünlü edebiyatçılarıyla tanışma hikayelerini AA muhabirine anlattı.
Ailenin tek çocuğu olarak büyüdüğünü ve çok sosyal bir hayat geçirmediğini belirten yazar, “Evde müzik ve kitapla meşgul oldum. Tek çocuk da olunca insanın seveceği şeyler kısıtlıdır ama sevdiklerine de kendini adar. Kitaplar, plaklar, biraz da kalemlere merakım var. Psikologlar söylüyor çocukluk nasıl geçerse ondan sonra da öyle devam ediyor. Yani kapalı kutu gibi bir yerde, arkadaşlarımı bahçeli evimize davet ederdik. Konserler verilir, müsamereler yapılır ama ben pek sokağa çıkmazdım.” diye konuştu.
Doğan Hızlan, edebiyat eleştirmenliğine ilk olarak 1954’te Forum dergisinde Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya dair bir yazıyla başladığını aktararak, “İnsan yaptığı işin yayınlandığını, başkalarına ulaştığını görünce hiç kuşkusuz seviniyor. Biraz da belki kendini beğenme duygusu başlıyor, ‘yazdığım kitap okunuyor, ilgileniliyor’ diye. Öyle başladım. Oradan dergiler, dergilerden kitaplar… Önce tabii meslek olarak yayıncılığı, gazete yazarlığını seçtim ama gazetelerde haber düzenini, oluşumu hiç öğrenmedim. Orada oturup yazılar yazdım, edebiyatı takip ettim.” değerlendirmesinde bulundu.
“Edebiyat Fakültesinde İkinci Yeni’yi anlattım”
Hukuk fakültesinde okumasına rağmen edebiyata ilgi duyduğunu vurgulayan 86 yaşındaki usta yazar, şunları söyledi:
“İsmet Sungur Bey benim hocamdı. Beraber gezdik, beraber kitaplar okuduk. Ama tuhaf bir şey söyleyeyim, ömrümü edebiyat fakültesinde geçirdim çünkü çocukluğumda ve lisedeyken annem benim yetişmem için çok gayet sarf etti. Mehmet Kaplan o zaman doçentti. Türk şiiri dersleri veriyordu akşam. Bir tanıdık bularak gittim. Anlatıyor, bana bakıyor. Sonra dedi ki ‘Siz üniversitede değilsiniz. Buraya geldiniz. Ne yapıyorsunuz?’ Dedim ki, ‘Efendim, ben sizin anlattıklarınızı okudum’. Çağırdı beni, odasına gittim. İlk Baki’den bir şiirle başlamıştı. Bunun da tamamını okudum dedim. Eleştirilerden bahsettim. O da derslerine girmeme müsaade etti ve hatta o yazılarından örnek verdi. Onun sınıfında, bugün iyi yazar olmuş arkadaşlarım vardı. Adnan Özyalçıner, Konur Ertop. Kaplan bana ‘İkinci Yeni için gel konuşma yap.’ dedi. Böylece gittim Edebiyat Fakültesinde İkinci Yeni’yi anlattım. Elliot’lar var, Cummings’ler var filan. Böyle iki hafta Kaplan bana ders verdirdi.”
Yazar Hızlan, Mehmet Kaplan aracılığıyla Ahmet Hamdi Tanpınar ile de tanıştığını aktararak, “Tanpınar’ın derslerine gitmeye başladım. Hoşuma giden derslerdi. Ama şöyle bir hoca; mesela diyor ki, ‘Shakespeare de hayat için şunu söyledi.’ Bir sözüyle geçiyor. O size bir kapı açıyor, o kapıdan geçeceksiniz. Kapının önünde durursanız, o sözle yetinir ve gerisini getiremezsiniz.” dedi.
Ahmet Kutsi Tecer’in folklor dersi verdiğine işaret eden yazar, “Oradan Tecer’le bir dostluğumuz oldu. Yıllar sonra onun için yapılan kitabın da önsözünü bana yazdırdılar.” diye konuştu.
“Edebiyat, alçak gönüllülüğü öğretti”
Hızlan, insanın kendini adadığı alanda ün yapmasının önemine değinerek, şu bilgileri verdi:
“Arapların güzel bir sözü vardır. ‘Kahr-ı kainat çeken, fahr-ı kainat oldu’ derler. Siz bir şeye adadınız mı kendinizi, belki de biraz sonra insanda bir narsisizm uyanıyor. Ama onu hep önlemeye çalıştım. Çünkü gazetede yazılarınız çıkıyorsa, beğenilen ve ilgi duyulan biri haline gelirsiniz. Ama burada daima Bağdatlı Ruhi’nin iki dizesini hep hatırlarım. Diyor ki ‘Alalara alalanırız, gedalara pestiz’. Yani gösteriş yapanlara biz daha da gösteriş yapıyoruz ama alçak gönüllü olanlara daha da alçak gönüllü oluyoruz. Edebiyatın insana öğrettiği bu.”
Kariyeri boyunca birçok yazar ve edebiyatçıyı tanıdığının altını çizen Hızlan, “İlk olarak Behçet Necatigil’i tanıdım. Sonra Fazıl Hüsnü Dağlarca. Necatigil’i İstanbul Erkek Lisesi’nde yaptığı bir edebiyat matinesinde tanıdım. Ondan sonra büyük bir dostluk başladı. Yazılar yazdım, onun kitaplarını yazdım.” ifadelerini kullandı.
Doğan Hızlan, eleştirmenliğin zor bir iş olduğunu vurgulayarak, şöyle devam etti:
“Beğenirseniz yazarını, yazar da sizi beğenir. Biraz beğenmezseniz, ‘Bizde de eleştiri yok’ derler. Bu böyle bir şeydir. Cumhurbaşkanlığı ödülünü aldığımda bir konuşma yapmıştım, ‘Eleştirmenlik üvey evlat sayılır. Devlet sahip çıkınca şimdi esas oğlan olduk.’ diye. Hakikaten ama biz de böyleyiz. Bir şeye emek veririz, beğenilmez. Bazıları diyor ki ‘Beğenmediğin şeyi de yazmıyorsun galiba’. ‘Onu da başkalarına bıraktım.’ diyorum. Hep şunu seçtim ben. Yok etmenin kolaylığı var ama var etmeyi söylediniz mi, onun zorluğu vardır.”
Eleştirmenlikte nesnelliği korumanın çok önemli olduğuna dikkati çeken yazar, “Sizin zevkinize, edebi anlayışınıza uymayan bir eser çıkabilir ama kendi başına güzeldir. İngiliz-Amerikan eleştirmenlerinden bunu anladım. Bunu biz sevmiyoruz, beğenmiyoruz ama bu türün en iyisi budur diyorlar. Ona ben çok dikkat ettim.” dedi.
“Eleştirinin bir hududu, haddi olmalı”
Yazdığı edebiyat ve sanat değerlendirmelerinin zaman içinde uluslararası boyuta ulaştığını söyleyen Hızlan, şunları aktardı:
“Harvard Üniversitesi benim için bir kitap çıkardı. Ondan sonra yazar arkadaşlarımın yazılarından toplanan bir kitap çıktı. İnsan bunu görünce hoşuna gidiyor ve daha da alçak gönüllü oluyor. Başarılı insanlar alçak gönüllüdür. Hiçbir şey yapmayan, başka yapanı da zalimane bir şekilde eleştirir. Siyasette de böyledir, her şeyde böyledir. İyi bir yazar, iyi bir edebiyatçıysanız, o size bunu (alçak gönüllülüğü) kazandırır. Cenap Şahabettin’in bir lafı var, onu şaka olarak söylemiş; ‘Mütevazı olma sahi zannederler.’ diyor. Aman zannetsinler, bir şey değil. Çünkü insanın insana saygısı çok önemli. Ben her kuşağa da bunu söyledim. Biri geldiğinde daima ben ayağa kalkarım. Bir tane doktora unvanı verdiler Mimar Sinan Güzel Sanatlar’da. Cüppe giydiriyorlar ya, orada ilk şunu söyledim, Asaf Halet Çelebi’nin bir şiiri var. ‘Aç cübbeni Cüneyd, ne görüyorsun? Görünmeyeni’ diyor. Dedim bu cübbe hafif ama arkasında yazarlar, edebiyatçılar, filozoflar var. Yani insan birçok kimseden yararlanıyor. Onları da unutmayacaksınız. Konuşmada da gönül kırmayacaksınız. Hep Yunus’un sözünü hatırlarım. ‘Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz’. Eleştirinin bir hududu, haddi ve bilgisi olması lazım geride. Bizde muhabbet de öyledir.”
“Dilin içindeki güzellikler bir döneme sığdırılmaz”
Doğan Hızlan, iyi yazar olmak isteyen birinin Türk edebiyatını geçmişten bugüne iyi bilmesi gerektiğine dikkati çekerek, “Bir şairin, şair olmak istiyorsa Divan edebiyatını bilmesi lazım. Çünkü bir dilin içindeki güzellikler bir döneme sığdırılmaz. Sadece edebiyatçı değil, edebiyat dışındaki de bir antoloji alacak, okuyacak. Oradan bir şairi, hikayeciyi, başka birini seçecek. Bizde şimdi çıkan bir kitabın yazarını okuyarak Türk edebiyatını öğrenemezsiniz. Baki’yi, Dağlarca’yı, Nedim’i bilmiyorsanız, Behçet Necatigil’i anlayamazsınız. Bütün bunların bir süreci ve emeği var. Ona dikkat etmeleri gerekiyor.” ifadelerini kullandı.
En büyük erdemin, bilmediğini bilmek olduğunu vurgulayan Hızlan, “Şimdi bana derseniz ki ‘Bu bina nasıl bina, mimarisi nasıl?’ Ben mimar değilim. Bunun mimarisini nasıl anlatacağım? Anlattığım şeyler yanlıştır. Genç kuşağa da şunu söylüyorum; bilmediğiniz konuda fikir beyan etmeyin.” diye konuştu.
Hızlan, döneminin edebiyatçılarıyla yaşadığı bazı hatıralara da değinerek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“(Behçet Necatigil’in) Şiir matinesine gittim ve ‘Sizi ziyarete geleceğim.’ dedim. Lise son sınıftayım ama babam, ailem beni şık giydirirdi. Ben de fötr şapkayla gittim. Kapıcıya Behçet Bey’i görmek istiyorum dedim. O beni müfettiş zannetti galiba. Beni odaya gönderdi. Girdim odaya baktım. Bütün öğretmenler bana bakıyor. Utandım, oturdum. Ondan sonra hoca utandı. Eşi rahmetli Huriye hocam da Almanya’da o sırada. Mektup yazıyor. Benim için ‘Bir kere onunla tanışan, ondan kurtulamaz Huriye.’ diyor. Ali Tanyeri, büyük bir Divan edebiyatçısı, eski arkadaşım. Kamuran Şipal ve Behçet Hoca ile ayda bir buluşurlardı bir lokantada. Ben de gittiğimde bir şeyler söylerdim. ‘Geldin, bizi yine dağıttın.’ derlerdi. Hepsi öldü, nur içinde yatsınlar. Fazıl Hüsnü’nün de Aksel’de kitap yayınları vardı. Bir gün protein zehirlenmesi geçirdiğimi söyledim Dağlarca’ya. ‘Halk protein istiyor. Seni parçalarlar, kırk bin köye dağıtırlar.’ dedi. Böyle çok hatıralarım oldu.”